Türkiye’de Maaş, Ücret ve Aylıkların Asgari Ücrete Yakınsaması, Gelir Dağılımı Eşitsizliği ve Sosyal Yenilenme İhtiyacı

Aşağıdaki soru ve cevaplar, gazeteci Ahmet Çağatay Bayraktar‘ın (24 Saat Gazetesi) benimle 12-29 Ağustos 2024 tarihleri arasında e-posta aracılığıyla yaptığı röportajın özgün soru ve cevaplarıdır. Röportajın gazetenin internet sitesinde yayınlanmış haline şuradan ulaşabilirsiniz: “Çoklu asgari ücret, düşük ücretlinin derdine çare olur mu?

Türkiye ekonomisinde asgari ücretin rolü ve çeşitli kesimlerin maaş ve ücretlerinin asgari ücrete doğru yakınsaması hakkında 1 Temmuz 2024 ve 9 Ağustos 2024 tarihlerinde şu iki tartışma tebliğini yayınladım:

Kibritçioğlu, Aykut (2024a). Türkiye’de Asgari Ücret Uygulaması, Emekli ve Akademisyen Maaşları ve Ülke Genelinde ‘Çoklu Asgari Aylık Sistemi‘ne Geçiş Gereksinimi”. TEPAV Tartışma Tebliğleri Serisi, No. WP202401

Kibritçioğlu, Aykut (2024b). “Türkiye’de Maaş ve Ücretlerin Asgari Ücrete Yakınsaması ve İlgili Gelir Dağılımı Sorunları”. TEPAV Tartışma Tebliğleri Serisi, No. WP202402

Aşağıda, bana bu iki çalışmam hakkında yönelttiğiniz sorularınıza verdiğim cevapları bulacaksınız. Söz konusu iki çalışmam ile ilgili tanıtıcı bir blog yazıma buraya tıklayarak ulaşılabilir. Söz konusu iki tebliğin bulgularını, çalışmayı biraz daha geliştirerek, 2024 yılı sonuna doğru bir akademik konferansta sunmayı planlamaktayım.

Geçtiğimiz iki ayda TEPAV tarafından yayınlanan iki tartışma tebliğinde özetle, Türkiye’de asgari ücret uygulamasının işçi, memur, emekli ve akademisyen maaşları ile ilişkisini ve ülke genelinde çoklu asgari aylık sistemine geçiş gereksinimini inceledim.

Birinci tebliğde, Türkiye’de kamu üniversitelerinde çalışan profesör ve araştırma görevlilerinin maaşları (1982-2024) ile, SGK 4a, 4b ve 4c kapsamındaki emeklilerin aylıklarının (2000-2024) (a) asgari ücrete, (b) Türk-İş’in yoksulluk ve (c) açlık sınırlarına göre gelişimini araştırdım. Bu çalışmaya göre, Türkiye’de reel akademisyen maaşı ve emekli aylıkları zaman zaman yapılan zamlara rağmen uzun dönemde genelde hızla azalıyor veya en azından sabit seyrediyordu. Sonuç olarak, ilk çalışmamda, 2000’lerde emekli ve akademisyen maaşlarında genelde asgari ücrete doğru genel ve yaygın bir yakınsama olduğunu, hatta bazı maaşların asgari ücretin bile altında seyrettiğini saptadım. Öte yandan, görece düşük olan maaş ve ücretlerin genelde, Türk-İş’in hesapladığı yoksulluk, hatta açlık sınırının bile altında kaldığı da görülmekteydi. Bu nedenle, sonuç olarak, dünyadaki yaygın asgari ücret uygulamalarını da dikkate alarak, Türkiye’de bir an önce “tek asgari ücret sistemi”nden “çoklu asgari ücret sistemi”ne geçilmesi gerektiği sonucuna ulaştım. Bu çerçevede, bir öncü veya pilot uygulama olarak, Türkiye’deki kamu ve vakıf üniversiteleri için unvanlara ve aranan/gerekli vasıflara göre bir maaş skalası oluşturulabileceğini öne sürdüm.

İkinci araştırmamda ise, ilkindeki inceleme kapsamını genişleterek emekli ve akademisyenlerin yanı sıra kamu kesimindeki memurların ve imalat sanayii işçilerinin de maaş ve ücretlerinin asgari ücrete doğru yaklaşıp yaklaşmadığını araştırdım. Yani bu sefer, Türkiye’de kamu kesimindeki memurların maaşlarının, kamu üniversitelerindeki profesör ve araştırma görevlilerinin maaşlarının, imalat sanayiindeki çalışanların ortalama ücretlerinin ve SGK 4a, 4b ve 4c kapsamındaki emeklilerin aylıklarının (a) asgari ücrete ve (b) kişi başına gayri-safi yurtiçi hasılaya (GSYİH’ye) göre gelişimini inceledim. Çalışmada maaş ve ücretleri arasındaki nispi ilişkiler incelenen asgari ücretliler (SGK 4a) 6,6 milyon kişi (Aralık 2023), kamu kesimindeki memurlar (SGK 4c) 3,6 milyon kişi (Aralık 2023), SGK’ya (4a, 4b ve 4c) bağlı emekli/yaşlılık aylığı alanlar 11,5 milyon kişi (Aralık 2023), imalat sanayiinde ücretli çalışanlar ise 4,7 milyon kişi düzeyindedir (2022). İkinci araştırmamda ulaşılan sonuçlar da birincisiyle tamamen uyumlu gözükmektedir: 25 milyon kadar çalışan veya emeklinin aylıkları 2000’li yıllarda, özellikle de 2014’ten sonra hızla asgari ücrete doğru yaklaşmıştır (Şekil 8). Üstelik, çok geniş bir kesimin maaş ve ücretleri kişi başına GSYİH’nin altındadır ve dahası yavaş da olsa hâlâ azalış eğilimindedir (Şekil 10). Bu iki gözlem, maaş ve ücretlerde yaygın bir eşitlenme veya asgarileşme yaşandığının ve aynı zamanda, gelir dağılımındaki ciddi bir eşitsizlik artışının gerçekleştiğinin göstergesidir. Çünkü, 20-25 milyon kadar işçi, memur ve emeklinin aylıkları kişi başına GSYİH’nin altında kaldığına göre, (muhtemelen çok az sayıdaki) başka bazı kesimlerin gelirleri kişi başına GSYİH’den çok daha yüksek seyrederek ortalamayı yukarı doğru çekmektedir. Bu eşitsizlik artışı, siyasi ve ekonomik bakımdan uzun dönemde sürdürülebilir bir eşitsizlik değildir ve ülkedeki sosyal gerilimi körüklemektedir.

Sonuç olarak, ikinci çalışmam da birincisinin politika sonuçlarını güçlü biçimde desteklemektedir: Türkiye’de bir an önce işgücünden (işçi ve memurlardan) ve onların emeklilerinden yana köklü bir sosyal güvenlik reformu ve asgari ücret sistemi düzenlemesi yapılmalıdır. Bu amaçla, tek asgari ücret sisteminden, çalışanların vasıf farklılıklarına dayalı bir “çoklu asgari ücret sistemi”ne geçilmesi, zaman içinde maaş ve ücretlerin asgarileş(tiril)mesinin önlenmesine katkıda bulunabilecektir. Bu noktada, kapsamlı ve adil bir sosyal güvenlik reformu tasarlanması için dünyadaki çeşitli örneklerden (örn. İngiltere’deki “sosyal yenilenme”, Almanya’daki “sosyal piyasa ekonomisi”, Avusturya’daki “sosyal ortaklık”, İskandinav ülkelerindeki “sosyal devlet modeli” ve/veya Japonya’daki “Toplum 5.0” uygulaması gibi deneyimlerden) yararlanılabilir. Fakat yine de bu sosyal güvenlik reformunun, Türkiye’de ancak çok büyük bir dönüşümün/transformasyonun parçası olarak uygulanırsa orta ve uzun vadede başarı şansına sahip olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin mevcut ekonomik, kurumsal, siyasi, kültürel ve ekolojik sorunlarını çözebilmek için ihtiyaç duyulan “Büyük Dönüşümyeşil, dijital, yapısal ve adil olmalı ve bu sırada köklü bir sosyal yenilenmenin yolu açılmalıdır. Aksi takdirde Türkiye adeta “yerinde saymaya” devam edecek ve özlenen toplumsal refah artışı bir türlü sağlanamayacaktır. Başka bir deyişle, uzun dönemli sorunları büyük bir dönüşümle kökünden çözmeden, sadece geleneksel para ve maliye politikaları ile (artan enflasyon ve işsizlik gibi) kısa vadeli sorunların tekrar tekrar yaşanmasını önlemek de mümkün olmayacaktır.

Asgari ücretin Türkiye’de bu denli yaygın olarak uygulanması, yukarıda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere, gelir dağılımında dengesizliklere ve işgücü piyasasında olumsuzluklara neden olmaktadır. Özellikle deneyimli ve nitelikli çalışanların da asgari ücretle çalıştırılması, iş gücü motivasyonunu düşürmekte ve nitelikli bireylerin iş piyasasında hak ettikleri değeri görmelerini engellemektedir. Bu durum, işgücü piyasasında verimliliği olumsuz etkileyebilir ve ekonomik büyüme üzerinde de olumsuz sonuçlar doğurabilir. Ayrıca, nitelikli iş gücünün başka ülkelere göç etmesine de neden olabilir. Son olarak, maaş ve ücretleri giderek asgari ücrete yakınlaşması, işgücü piyasasındaki mevcut kayıt-dışı istihdam sorununu daha da büyütmektedir.

Ülkenin genelde en yüksek derecede eğitimli/vasıflı olanlarının geniş ölçüde istihdam edildiği üniversitelerdeki akademisyen maaşlarının asgari ücrete yakınsaması, bilimsel çalışmalara ve akademik kariyere uzun yıllar ve büyük emek veren akademisyenler için oldukça olumsuz bir gelişmedir. Bu eğilim, akademik kariyerin cazibesini kaybetmesine ve nitelikli bireylerin akademik dünyadan uzaklaşmasına neden olmakta; her şeye rağmen akademik dünyada kalıp çalışmayı tercih edenler ise karşılaştıkları maddi yetersizlik nedeniyle örneğin yabancı yayınları takip etmekte ve yurtiçi ve dışındaki konferanslara katılmakta büyük güçlükler çekmekte, hatta son yıllarda genelde çok ciddi geçim sıkıntıları yaşamaktadırlar. Ayrıca, bu sorun üniversitelerdeki araştırma ve eğitimin kalitesinin düşmesine ve bilimsel üretkenliğin azalmasına da yol açmaktadır. Bu nedenle, akademisyenlerin maaşlarının asgari ücret seviyesine bu denli yaklaşması, Türkiye’nin bilimsel gelişimi açısından çok ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Unutulmamalıdır ki, ülke çapında kalkınma ve refah artışının sağlanabilmesi için yeni inovasyonlara ve iyi-güçlü kurumlara ihtiyaç vardır ve inovasyonlar ancak (özel firmaların yanı sıra) üniversitelerde yapılacak araştırma-geliştirme faaliyetleri sonucunda ortaya çıkartılabilir.

İlk çalışmamın önceki sorunuzu cevaplarken değinmediğim başlıca ampirik bulgularından biri de, 2000’lerde araştırma görevlisi maaşlarının profesör maaşlarına kıyasla daha hızlı art(ırıl)arak zamanla profesör maaşlarının %65’ine dek yüksel(til)diği bulgusuydu. Aslında bu gelişme, yani “doktor öğretim üyeleri” ile “doçent doktorlar”ın maaşlarının araştırma görevlileri ile profesörlerin maaşlarının arasına adeta “sıkıştırılmış” olması, öğretim elemanlarının maaş skalasındaki hatalı yapılandırmayı ima etmekte ve mevcut zam derecelerini olduğundan daha da büyük bir sorun haline dönüştürmektedir. Türkiye’deki kamu üniversitelerinde bir yanda akademisyenlerin aldığı maaşların (zaman zaman yapılan yüksek zamlara rağmen) sonuçta asgari ücrete doğru yakınlaşması, öte yanda da araştırma görevlisi maaşlarının hızla profesör maaşlarına doğru yaklaşması, akademik kariyerin uzun dönemdeki cazibesini yitirmesine ve üniversitelerdeki bilimsel kalitenin ve üretkenliğin azalmasına neden olabilecek ciddi sorunlardır. Başka bir deyişle, yukarıda özetlenen eğilimler nedeniyle, hem diğer iş alanlardakine göre düşük kalan araştırma görevlisi maaşları en parlak üniversite mezunlarını akademik kariyer yapmaktansa diğer sektörlere (hatta yurt dışına) çekmekte/itmekte, hem de araştırma görevlilerinin (veya doktor öğretim üyelerinin) gerekli koşulları sağlamaları durumunda öğretim üyeliğine geçişlerini kendi gözlerinde adeta “önemsizleştirmekte”, akademik etkinlik ve üretimdeki nicelik ve nitelik artışını neredeyse “gereksizleştirmektedir”.

Denilebilir ki, hem araştırma görevlisi maaşları diğer alanlardaki maaşlardan daha cazip hale getirilerek en iyi, en çok gelecek vaat eden ve  en istekli üniversite mezunlarını akademik kariyer yapmaya çekebilecek kadar yükseltilmeli, hem de araştırma görevlisi maaşlarının profesör maaşlarına hızla yaklaşmasını önlemek için, öğretim üyelerinin (doktor öğretim üyelerinin, doçent doktorların ve profesörlerin) ve öğretim yardımcılarının (araştırma görevlileri, uzmanlar ve okutmanlar gibi) maaş skalası (işlerinin veya unvanlarının gerektirdiği vasıfları dikkate alınarak) acilen düzeltilip bundan böyle her akademik unvandaki öğretim elemanına aynı oranlarda maaş zamları yapılmalı, yani akademik maaş skalası bozulmamalı ve böylece ülkede geçerli olan tek asgari ücrete doğru düşüş de önlenmelidir.

İşte bu bağlamda, Türkiye genelinde uygulanacak çoklu asgari ücret sisteminin bir ön uygulaması olarak kamu ve vakıf üniversitelerinde hayata geçirilecek niteliğe dayalı çoklu asgari maaş uygulaması, popülist politika uygulamalarının önüne geçilmesini de sağlayacak ve Türkiye’deki akademik kurumlardaki eğitim-öğretim, danışmanlık ve araştırma-yayın kalitesinin ve performansının yükseltilmesine önemli katkıda bulunabilecektir.

Çoklu asgari ücret önerisi, sadece üniversiteler için değil, tüm sektörler için geçerli olabilir. Farklı sektörlerdeki çalışanların nitelik, deneyim, eğitim ve sorumluluk seviyeleri farklılık gösterdiği için, tek tip bir asgari ücret uygulaması adil gözükmemektedir. Özellikle yüksek nitelik ve sorumluluk gerektiren işlerde çalışanların asgari ücret seviyesinin çok üzerinde maaşlar alması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, sektörel ve mesleki farklılıklara göre belirlenmiş çoklu asgari ücret sisteminin, gelir dağılımı adaleti ve işgücü verimliliği açısından daha sağlıklı bir yaklaşım olduğu ileri sürülebilir. Ancak, tekrar ilave etmek gerekir ki, bu düzenlemeler sadece kapsamlı bir “Büyük Dönüşüm” politikasının parçası olarak başarılı ve etkili olabilir. Tek başına veya taraflar arasında denge gözetmeden tasarlanıp alelacele hayata geçirilecek bir sosyal güvenlik reformu Türkiye’nin sorunlarına çare olamaz. Bu konu, iktidarıyla, muhalefetiyle üzerinde titiz ve yoğun bir çalışmayla kafa yorulması gereken bir konudur.

“Asgari ücret artışı enflasyonu körükler” görüşü veya iddiası özellikle hükümet ve işveren çevrelerinde yaygın karşılaşılan bir görüştür. Oysa iktisat literatüründeki ampirik bulgular bu konuda çelişen veya muğlak sonuçlar ortaya koymaktadır. Asgari ücretin artırılması, özellikle kısa vadede enflasyon üzerinde tek seferlik baskı yaratabilir. Ancak, bu ilişki otomatik ve tek yönlü değildir. Enflasyonun temel nedenleri arasında sadece işgücü maliyeti artışları değil, aynı zamanda döviz kuru artışları, işgücü dışındaki girdi (özellikle enerji) fiyatı artışları, firmaların fiyatlandırma davranış ve tercihleri (kâr marjları), enflasyonist para politikaları, vergi politikaları, ekonomik aktörlerin bekleyişleri, hükümet politikalarının kredibilitesi veya güvenilirliği ve ülkedeki genel ekonomik istikrar da yer almaktadır. Dolayısıyla, asgari ücret artışının enflasyon üzerindeki etkisi, diğer faktörler ve genel ekonomi politikalarının nasıl yönetildiğine de bağlıdır.

Öte yandan, asgari ücret zamlarının enflasyonist etkileri hakkındaki unutulmaması gereken husus, asgari ücretler veya maaşlarla ilgili zam taleplerinin sebebinin, geçmişte yaşanan enflasyon süreci nedeniyle gelirlerde yaşanan kümülatif kayıplar olduğudur. Eğer çalışanların veya emeklilerin aylık gelirlerinin sabit kaldığı dönemlerde yüksek/yükselen enflasyon nedeniyle (asgari) ücret kayıpları yaşanmamış olsa, zaten çalışanların veya emeklilerin (asgari) ücretlerle ilgili zam talepleri de, muhtemelen iktisat teorisindeki yaklaşımla uyumlu biçimde, çalışanların üretkenliklerinde meydana gelen artışlar derecesinde olacaktır. Geçmişteki (yüksek) enflasyonun tetikleyicisi ise çoğu kez, yakın dönemde Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, başarısız veya hatalı para politikaları olabilir.